49 YILDA NE ÖĞRENDİM?

Sinan Canan

1970'li ve önceki yıllarda doğup da bugünleri görenlerin çoğu, eminim benim gibi sıklıkla kendini bir garip hissediyordur.

BİR GARİP NESİLİZ BİZ! 
Şu geçilen neredeyse yarım asırlık zaman diliminde, insanlık tarihindeki çoğu “çağ”dan daha fazla değişime şahitlik ettik. Özellikle teknoloji ve bilim alanında olan bitenler, benim mesleğim bilim olmasına rağmen, havsalaya sığacak ölçülerde değil. Televizyonsuz evlerde büyüyüp, ergenlik yahut gençlik dönemlerinde “renkli televizyon” gibi bir fenomenle tanışan, video kasetlerden CD denen dijital ortamlara, oradan da MP3 gibi sayısal ses ve görüntü kodlama alemine geçiveren bir garip nesiliz biz. Artık cebimizde en üst kalitede, yüksek çözünürlüklü canlı yayın istasyonları taşımak dahi bize sıradan geliyor. Dağda bayırda, hatta uçakta giderken takip ettiğimiz dizinin yeni bölümlerini izleyecek internet bağlantısı olmadığında canımız sıkılabiliyor ve ciddi ciddi bir “eksiklik” hissediyoruz. Daha birkaç on yıl önce hayâl bile edemeyeceğimiz şeyler, hayatımızın standartları arasına girdi.

ÇILGIN DEĞİŞİM
Bu çılgın değişim bizi öylesine meşgul ediyor, öylesine şaşırtıyor ki, kendimizle ilgili değişmeyen dertleri neredeyse göremez hale geldik. Evet, halbuki çağlar geçse bile değişmeyecek dertlerimiz var bizim; çünkü insanız; ve insan, yüzbinlerce yıldır aynı dertlerden muzdarip bir yaşamı sürdürmeye çalışıyor.

GÖREV SÜREM...
Bu dünyadaki görev süremin 49 senesinin dolduğu şu günlerde, ister istemez mesleğimin de etkisiyle “Bana neler oldu? Neler gördüm? Neler öğrendim?” gibi sorgulamalar yapma ihtiyacı doğdu sanki. Geçen yıl tamamlayıp yayınladığım İnsanın Fabrika Ayarları (İFA) üçlemesinde de uzun uzadıya kafa yorduğum gibi, insanın “değişmeyen ayarları” ve “kadim sorunları” ile kendi şahsım üzerinden yeni bir yüzleşme için iyi bir fırsat yakalamış oldum. Burada sizinle kısaca, bu kadar yıldan aklımda kalanları üç madde halinde paylaşacağım:

HİSSEME DÜŞEN ÜÇ DERS
BİRİNCİ DERS:
Dünyadaki tüm dertler, gönlü boş ve kendine yabancılaşmış insanlardan kaynaklanır.

“İnsanın, biyolojik bir canlı olarak ne faydası var?” sorusunu yıllarca sormuş ve bir türlü olumlu cevap bulamamış birisi olarak, yıllardır insan denen canlının bu gezegende “sorun ve kötülük” diyebileceğimiz meselelerin baş müsebbibi olduğuna kani oldum. Özellikle de günümüz insanlarının çoğunda olduğu gibi kendinden ve tabiatından uzak, hayatı ne için olduğu belli olmayan koşturmacalarla geçen, kendisine ezberletilmiş hedefler peşinde başka bir kutsal veya değer tanımadan koşabilen, bir an durup sorgulamadan bütün bir ömrü bitirebilen garip bir varlık haline gelmiş olanımız çok. 

Bütün bu hengame içinde, “sınırlarını zorlama” güdüsüne sahip tek canlı olarak insan, hayatını tatmin içinde yaşama ve yaşamına bir anlam verme derdiyle yanan bir varlıktır aynı zamanda (Bkz. İFA 3. Kitap: Sınırları Aşmak). Fakat hayatı sorgulama, kendini keşfetme ve tanıma seyahatine vakit bulamayan, hatta bunun gerekliliğini bile fark etmemiş nice insanın da en başta para olmak üzere, makam, şan, şöhret, cazibe ve güç peşinde koşarak, yanal yollardan bu tatmini yaşamak, bir başka deyişle “başarılı (!) olmaya çalışmak” dışında pek bir seçeneği kalmıyor. İşte kendi ile tanışamadan bu dünyada burnunun ucuna tutulan havuçların peşinde koşturulan insanlar, hem insanlığın hem de bu dünyanın en büyük sorunlarını oluşturuyorlar. Çaplarına göre; kimisi hayatı kendine, kimisi yakın çevresine, hatta bazısı kendisini hiç görmemiş diğer insanlara ve canlılara hayatı dar edebiliyor. Bunalımlar, açlıklar, savaşlar, çekişmeler, trilyonluk şirketler, işte hep bu doymaz yanımızın çabalarının ürünü. İnsan bu dünyaya kendini bulmaya gelmişken, medeniyet ona kendini kaybettirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Neticede bütün hayatımız, insan kaynaklı dertlerle boğuşarak geçiyor.
Kendime not: Kendisi dışındaki şeylerle uğraşmayı ana iş edinmiş her insan bozguncudur!

İKİNCİ DERS: 
"Dini ve/veya milli siyaset" sözünü duyarsan, oradan uzaklaşmalısın.

Bu dünyada anlam arayan tek canlı olan insan, her bir ferdiyle bu anlam derdinin içindedir. Anlam, hayatı yaşanır kılar ve insan için çoğu zaman biyolojik ihtiyaçlarından daha önceliklidir. Anlamlar, inançlarımızla şekillenir ve her insanın anlam dünyası diğerlerinden doğal olarak az yahut çok farklıdır. Çoğumuz için dini inançlar, bu anlamı besleyen, anlam dünyamıza temel oluşturan başlangıç noktalarımızdır. Elbette inandıkları dinin adı aynı bile olsa, insanların dini inançları da çok büyük farklılık gösterir. Bu doğaldır da; zira hepimiz bambaşka deneyimler yaşar, bu deneyimlere bambaşka anlamlar veririz. Aynı kelimeleri kullansak bile farklı anlamlar ifade etmeye çalıştığımızı çoğu zaman fark etmek çok zor değildir. İnsanlığın zenginliği, bu inançların ve anlamların çeşitliliğidir. Bu farklılıklar arasındaki alışverişler kültürümüzü yaratır, sanatı doğurur ve zihinsel zenginliğimizin en önemli kaynağıdır.

İnançlar özneldir, bize hastır, bizim inancımız kimseyi bağlamaz, bağlamamalıdır. Fakat ne zaman dünya tarihinde birileri kalabalık insan gruplarını belli “inançlar” altında toplasa, çoğu zaman büyük ve kontrolsüz bir güç elde eder. Bu güç, yine çoğu zaman o topluluğu görece başarılı ve motive tutarken, insanların “geri kalanı” için hikâye bu kadar tozpembe olmaz. İnançlar etrafında kümelenen insan grupları için kaçınılmaz olarak artık “ötekiler” de vardır. Kendileri gibi inanmayan insanlarla önce aralarına mesafeler koyar, sonra da onlarla kaçınılmaz olarak bir mücadeleye girerler. Netice hemen her zaman kan ve gözyaşıdır.

Hele ki bu bölünme, tek bir ülkenin vatandaşları arasında olursa işte o zaman “yerin altı yerin üstünden hayırlı” dedikleri durumlara kapı aralanır. Siyaset, insan topluluklarının günlük yaşamının yönetimidir; bu bağlamda siyaset “akıl zemininde” gerçekleştirilmesi gereken teknik bir meseledir. Fakat işin içine “inançlara dayalı bir siyaset” girerse, işte o zaman artık “akıl” dediğimiz melekenin işleme alanı bir hayli daralır. Orada sorgulanamaz şekilde bir grup insan tarafından kabul edilen değerler ve amaçlar vardır ve bunlar, bazı diğer insanlarca doğal olarak benimsenmez. İşte bu noktada da derin ihtilaflar ortaya çıkar. Benim ülkem, geçtiğim yarım asırda bana bunun acı bedellerini pek güzel öğretti; ama görüyorum ki, hâlâ öğrenemeyenlerimiz var. Halen ideolojilerden, dini inançlara dayalı nutuklardan, dar bir etnik gruba dayalı (mesela “milli”) söylemlerden “kurtuluş” bekleyenler, maalesef hiç azınlıkta değil. Bu ülke “laiklik” denen ilkenin kurucu irade tarafından neden tercih edildiğini ve özellikle ilk başlarda ısrarla ugulanmaya çalışıldığını, yıllar süren acı tecrübelerle daha iyi öğrenme imkânına sahip aslında. Tabi eğer kafalarımızı yüzlerce yıldır artık kabak tadı vermiş hamasetten, sloganlardan ve ezberlerden kaldırabilirsek bu önemli dersi öğrenebileceğiz; yoksa aynı hataları biteviye tekrar edeceğiz. 
Akıl yoksa, gelecek de yoktur.
Kendime not: Öldükten sonra “cennet”i düşlüyorsan, önce burayı cennetmisal bir yer yapmaya çalışmalısın.

ÜÇÜNCÜ DERS: 
Din ve cinsellik, hayatta karşılığı kalmayınca çeneye vurur.

İzahtan varestedir; beceremediğimiz işlerle ilgili çok konuşuruz. Konuşarak sanki yapabiliyormuş gibi hissetmeyi severiz. Bunu bilmeden istemeden yaparız; ama çoğu zaman buna engel de olamayız. Yaşlı insanlar o nedenle hayatlarındaki “gözden kaçmış” anıları defaatle anlatmayı severler. Zira artık o şeyleri tekrar yaşama ihtimalleri azdır ve insanlar bunları bilsin isterler. Çapkın gençlerin bir kısmı, ileriki yaşlarında eski zamparalık anılarını sıklıkla sohbete mevzu ederler; özellikle de bu işlerden “mecburen” el etek çektikleri dönemlerde! Yaşayamadığımızı daha çok anlatma eğilimindeyizdir.

İnançlar da böyledir. İnancına göre yaşayan insan, anlatmaya, slogan atmaya, guguklu saat gibi her aralıkta konuyla ilgili bilgiçlik taslama fırsatlarını kollamaya ihtiyaç duymaz. O insanlar sadece yaşar ve örnek olurlar. Fakat bazılarımız, “inandıklarına inandıkları” yahut “inandıklarını zannettikleri” şeylerin gereğini pek yapamadıklarından, işin anlatma kısmını pek önemserler. Kişisel hayatlarındaki temel ahlâk kurallarına dahi uyamayan insanların dini vaazlar çektiğine, en yakınındaki insanların etik haklarını eze eze çiğneyebilen tiplerin erdem ve vazife bilincine dair nutuklar attıklarına, odasını toplamaktan aciz tiplerin dünyanın nasıl kurtarılacağına dair eşsiz görüşlerini her fırsatta paylaşma iştiyaklarına sizler de aşina olabilirsiniz. Çoktur böyle vakalar.

Bir yerlerde en çok hangi kelimeyi duyuyorsanız, onun eksikliğine hükmedebilirsiniz. En çok özgürlükten bahsedenler köleler, en çok ilerlemeden bahsedenler de geride kalanlardır. Bir yerlerde bıktırana kadar bir inancın “ne kadar yüce” olduğunda bahsediliyorsa, o inancın çoğunluğun gözünde çoktan gözden düşmeye başladığını hemen fark edebilirsiniz. Bir yerlerde habire “medeniyet” sözcüğü geçiyorsa, medenileşme yolunda sorun yaşayan bir insan topluluğuyla karşı karşıya olmanız kuvvetle muhtemeldir. Neticede, geçirdiğim son elli yıl bana, etrafımdaki muhabbetlere bodoslama dalmadan önce, sık tekrar edilen kelime kalıplarını incelemeyi öğretti. 
Ve bu incelemeler bana “biz” hakkında çok ama çok şey öğretiyor...
Kendime not: İnançlar anlatmak için değil, yaşamak içindir.

Yazarın 1.04.2021 00:00:00. Tarihinden Önceki Yazıları