TARİHE DÜŞECEĞİMİZ NOT

Canan Ercan Çelik

Günlerdir yaşadığımız deprem felaketinin ardından yazmaya çalışıyorum. Öfkenin bu denli yakıcı, acının bu denli derin ve isyanın bu ölçekte olduğu bir süreçte yazmak zor. Onca dayanışmanın verdiği güce ve umuda sığınarak, en çok da siyasi ihtiras ile, cehaletin verdiği cesaretle, yolsuzlukla, kanun ve kuralları hiçe sayarak büyüyen bu düzenle ölümlerine sebep olduklarımıza, bedenlerinde ve ruhlarında onulmaz yaralar açtıklarımıza borçlu olduğumu hissederek yazmaya çabalıyorum.

Tarihe not düşmeli gerçekten. Haksızlıkları, ahlaksızlıkları, zaafları, ertelemeleri, kayırmaları, beceriksizlikleri, çaresiz bırakılanları, hayalleri, sevdikleri ile enkaz altında kalanları, seslerini duya duya önce sessizliğe sonra ölüme terk edilenleri, acz içindeyken inkar edenleri, bir küçücük sevgi, şefkat kırıntısı göstermeden ağız dolusu tehdit edenleri, bu ortamda bile kutuplaşmayı körükleyenleri, liyakatsizliğin bedellerini, bilimi hiçe saymanın sonuçlarını, önüne set çekilen sivil toplum kuruluşlarını, uluslararası yardım ekiplerini, gönüllüleri, işin şovunda olanları, hakikatin üzerini örtenleri unutmamalı. Ve gelecek nesillere de unutturmamalı: ‘Bu ne kader planımız, ne de işin fıtratı!’

Bunca efor ve kaynak meselenin özünü yönetmeye değil de, ‘algı’sını yönetmeye gitmese ve sorumlular o mesele içindeki pozisyonlarını çözümlere öncelemese, bugün çok daha başka ve göreceli daha olumlu bir tablodan bahsediyor olabilirdik. Daha çok can kurtulabilir, afet sonrası sonuçlar ve etkileşimler de bu denli vahim boyutlara ulaşmazdı.

Depremler, bazı ülkelerde çok yüksek seviyede can kaybına neden olurken, bazı ülkeler aynı büyüklükteki veya daha büyük depremleri afete dönüşmeden, çok daha az can ve mal kaybıyla atlatabiliyor.

Bu farklılığın kök nedenlerine inince 3 temel etmen görünüyor. İki etmeni artık çoğumuz sayabiliyoruz. Acı deneyimlerle öğrendik.  İlki, bilimsel zemin etüdleri, multi-disipliner imar planlaması, kağıt üzerinde kalmayan, depreme dayanıklı bina ve altyapı inşası. İkincisi ise, depremden sonra, özellikle ilk 72 saatteki arama, kurtarma alanında yüksek koordinasyon ve  organize olma kabiliyeti ve izleyen dönemde toparlanma sürecine yönelik bütünsel planlara ve uygulama yetkinliğine sahip olmak. Afetlerin boyutunu azaltan üçüncü yaklaşım ise yaşananlardan ders çıkararak, deprem gibi kaçınılmaz doğa olaylarına yönelik politik düzeni ve yaklaşımı değiştirebilme becerisi olarak görünüyor.

Bu alanda yapılan bilimsel çalışmalar, tüm bu etmenlerin hayata geçirilmesinin toplumların egemen kültürlerinin, bilimsel eğitim düzeyinin, demokrasi ve kurumlarının kalitesinin, sivil toplum/uzmanlık örgütlenmelerinin yaygınlığının ve benzeri faktörlerin ortak sonucu olduğunu gösteriyor.

Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de layık değildir.

Mustafa Kemal Atatürk

London School of Economics için 2011 yılında hazırladıkları, "Depremlerde Ölümü Önleme Politikaları" başlıklı makalelerinde Philip Keefer, Eric Neumeyer ve Thomas Plümper, "neden  her devlet depremlerde ölüm oranını çok belirgin şekilde düşürebilecekken, bazı devletler bunu yapmıyor?" sorusunun peşine düştüklerinde ‘devletin tek bir kişiyi ömrü boyunca iktidarda tutma uğruna her şeyi feda edebileceği’ otoriter rejimler için çarpıcı bir sonuca ulaşmışlar.  Kamu kurumlarının, partinin uzantıları haline getirilerek, bütün kalitesini yitirdiği rejimler ve yolsuzluğun oldukça yaygın olduğu ülkelerde, depremlerde ölüm oranının oldukça yüksek olduğu görülüyormuş. Bu tür rejimlerin, hatalarının, ihmallerinin, plansızlıklarının siyasal ya da hukuksal hiçbir bedelini ödemeyecekleri kabulüyle varlıklarını sürdürmesi bu oranı ciddi olarak arttırıyormuş.

Diğer yandan, New York Üniversitesi politik-bilim profesörü Alastair Smith ise (2010), 1976 – 2001 yılları arasında iki-üç yıldır iktidardaki partilerin yüzde 91'inin iktidardan düşmesinin büyük bir afetin hemen sonrasına denk geldiğinin altını çiziyor. Normal toplumlar, iki-üç yıldır gerekli önlemleri almamış, gerekli hazırlık ve planlamaları yapmamış bir iktidarın bundan sonra da yapacağını düşünmüyor ve değişim yönünde irade kullanıyor. Buna karşılık, otoriter rejimler ve yolsuz yönetimlerin ise, toplumsal düzendeki sorumluluk simetrisine zarar verdiklerini, başarıları kendilerine mal ederken, başarısızlıklar da sorumluluk alma eğilimlerinin bulunmadığını belirtiyor.  Tam da bu nedenle, otoriter rejimler ile kurumları kalitesini yitirmiş yolsuz demokrasilerin, afetlerle karşılaştıklarında, mümkün olan azami sayıda insan kurtarmaya veya acil yardımları en organize şekilde ulaştırmaya değil, toplum nezdindeki afet algısını kontrol etme yönünde çalıştıklarının altını çiziyor.

2017 yılında ise Persson ve Povitkina, yayımladıkları "Demokrasi ve kurumsal kalitenin afetlere hazırlıktaki rolü" başlıklı çalışmalarında  binlerce öğrencinin can verdiği Çin'deki Sichuan Depreminde (2008), Çin rejiminin ne kadar empatik, etkin, seri ve sorumlu hareket ettiğini gösteren haberleri değerlendirmiş, medyanın devletin kurtarma operasyonu yaptığı yerlere odaklandığını, hata ve ihmallerinin ise bilinçli şekilde üzerinin örtüldüğünü belgelemişti.  Bu konuda sayısız örnek bulunuyor.*

Warren Buffet’ın meşhur bir sözü var. ‘İnsanları değerlendirirken üç niteliğe bakarsınız; Dürüstlük, akıl ve enerji. Bunların ilkine sahip değilseniz, diğer ikisi sizi öldürecektir. ‘Bizler yüzyılın başında dünyada emsali olmayan bir lider ile bu bileşimin yarattığı bir ülkede doğmuşken, hangi arada ahlaktan yoksun, yıkıcı bir zeka ve enerji ile savrulduk, değerlerimizi, birliğimizi yitirdik ve çok büyük bedeller öderken bile sessiz kaldık ince ince düşünmeliyiz.

Yoksa, ne kendimize, ne çocuklarımıza, ne de istatistik veriye döndürülen nice Can’a, yıkılan onca hayata hesap veremez hale geleceğiz.

* Cemal Tunçdemir ‘Gümbürtüyle değil, İniltiyle Gelir Kıyamet’-T24

Yazarın 1.03.2023 00:00:00. Tarihinden Önceki Yazıları